İSLÂM HUKUK USÛLÜNDE CEVAZ KAVRAMI
Dr. Öğr Üyesi Ekrem Koç 2024-10-28

Özet
İslâm hukuk ilminde cevaz, dinî ve hukukî sahada serbestliği, müsamahayı ifade edip, cevaz verilen dinî-hukukî bir meselenin bir sakınca içermediğini, mahzurlu olmadığını, bir günahın terettüp etmediğini belirtir. En genel ifadeyle cevaz, şeriata (dinî-hukukî) uygunluktur. Usûl literatüründe ise câiz kavramı, İslâm hukukçularının ekseriyetine göre beş temel teklifî hükümden biri olan “mubah” kavramı ile eş anlamda kullanılmıştır. Her iki kavramda “yapılmasında veya terk edilmesinde mükellefe bir günahın terettüp etmediği şey” manasını ifade etmektedir. Usûl literatüründe câizin şer’î bir hüküm olup olmadığı meselesi tartışmalıdır. Aslında bu tartışma içerisinde olan usûl âlimleri bu tartışmanın terim ihtilafından kaynaklandığını ifade etmektedirler.
1. Giriş
Fıkıh usûlü eserlerinde câiz terimine genellikle şer’î hükmün kısımlarına ilişkin tasnifler ve bunlarla alakalı kavramlar arasında yer verilir. Cevazın teklifî hükümler içerisindeki ibâha kavramı ile yakın ilişkisi vardır. Usûl âlimleri, şer’î hükmün tanımında verilen “tahyîr/serbestlik” kaydıyla cevaz’ın/mubah’ın kastedildiğini belirtirler. Gazâlî’nin (ö. 505/1111) de içinde bulunduğu bazı âlimler câiz ve mubahı eş anlamlı görürler. İbâha ve cevaz, şeriatın kişiye bir işi yapıp yapmama konusunda tanıdığı serbestliği ifade eder. Cevaz’ın/ibâhan’ın şer’î hüküm olup olmadığı hususu da usûl âlimlerinin üzerinde durduğu bir başka noktadır. Usûl âlimleri cevazı tağlîb yolu ile şer’î hüküm içerisinde görmüşlerdir.
2. Bir Hüküm Kategorisi Olarak Cevaz
Nassın ve dolayısıyla bir hitabın var olduğu hususlardaki cevaz (serbestlik) hakkında hiçbir ihtilafın bulunmaması yanında, herhangi bir hit Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi abın söz konusu olmadığı durumlarda cevaz hükmünün sabit olup olamayacağı meselesi İslâm hukukçuları arasında tartışma mevzusu olmuştur. Şârî’in mükelleflerin fiilleriyle alâkalı olarak haramlık veya helal olduğunu bildiren türden hitabı bulunmasının yanı sıra bir de hükmü hakkında herhangi bir hitabın söz konusu olmadığı durumlar bulunmaktadır. Şârî’in hitabının söz konusu olduğu durumlarda emir, nehiy veya serbestlik/cevaz türünden hükümlerden biri bulunmaktadır. Şârî’in bir fiilin veya işin işlenip işlenmemesi hususunda emir içerikli bir hitapta bulunması O’nun mükelleften sadır olacak fiil için belirgin bir kastının varlığını göstermektedir. Zira Şârî’, mükellef tarafından böyle bir fiilin ortaya konulmasını talep etmekte ve kastını mükelleflere yönelttiği hitabı ile belirtmektedir. Şârî’in yapılmasını veya terkini kastettiği hususlar kullara bildirdiği nispette açıktır. Usûlcüler arasında asıl tartışma konusu herhangi bir hitabın bulunmadığı durumlar hakkındadır. Şârî’in mükellefleri bir işin yapılıp yapılmaması hususunda serbest bırakmasında kendi kastının varlığı veya yokluğu meselesidir. Şârî’in hükmünü bildirmediği ve kulun bu durumda ne yapması gerektiği hususu İslâm âlimleri tarafından tartışma konusu olmuş ve iki farklı ilim dalı tarafından mütalaa edilerek meseleye ilişkin tartışmalar İslâmî literatüre farklı tarzlarda yansımıştır. İslâmî literatürde hüsün ve kubuh konusu hem kelâm hem de fıkıh ilminde gerek mahiyeti gerekse aklın iyilik ve kötülüğü idrak etmedeki yetkisi ve kapasitesi, dolayısıyla iyi ve kötü hakkındaki bilgilerin menşei açısından ele alınarak inceleme konusu olmuştur. Biz öncelikle kelâm ilminde hüsün kubuh meselesine kısa ve genel olarak değineceğiz. Hüsün mastarından gelen hasen, kötülüğü içermeyen ve kötülenmeyi hak etmeyen her türlü fiildir. Hasen, güzelliğe ilave bir nitelik taşıyan ve taşımayan olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi övgüye konu olurken ikincisi övgüye konu teşkil etmeyip câiz/mubah diye isimlendirilir. Övgüye konu olan hasen ise yapılması methe layık olmakla beraber terki zemmi gerektirmeyen nafileler ve yapılması methi, terki zemmi gerektiren farzlar diye ikiye ayrılır. Kubuh mastarından gelen kabih, bazı yönlerden zemmi gerektiren her türlü fiildir. Bazı yönler ifadesinden maksat, kişinin işlemiş olduğu küçük günahlardan dolayı her yönüyle zemmedilmeyi hak etmemesidir. Zira sevabı miktarınca küçük günahın silinmesiyle zemmi gerektirmemesi sebebiyle bir yönden zemmi gerektirir ki bu da silmeye yetecek kadar sevabı yitirmesidir. Aynı şekilde bazı yönler ifadesiyle çocuk, deli ve hayvandan sadır olan kabihlerin zemmedilmeyi gerektirmediğine işaret edilir. Şâri’in dinî bildirim (hitap) yollarından olan tahyîr (mubah/câiz) mükellefin bir işi yapıp yapmama da serbest bırakılmış olmasını ifade eder. Şâri’in sükûtunun cevaz ifade edip etmemesi usûl âlimlerince tartışma konusu olmuştur. Bu sebeple câiz’in/mubah’ın, hitabın varlığının neticesi mi yoksa yokluğunun sonucu mu olduğu konusundaki tartışmalara yer vereceğiz. Fiil veya terkinden dolayı herhangi bir muaheze olmaması açısından câiz/mubah ile ibâha-i asliyye arasında benzerlik söz konusudur. Zira Şâri’in hitabı mükellefe ulaşmamıştır. Usûl âlimlerinin ekseriyetine göre karşılaşılan bir işte, olaya veya fiile ilişkin bir hüküm bulunması durumunda, aksine bir delil bulunmadığı sürece “eşyada asıl olanın câizlik/mubahlık olduğu” fikri benimsenmiştir. Şârî’in hiçbir şeyi hükümsüz bırakmadığını savunan Zâhirî mezhebi, istishâbu’l-hali icmânın bir türü ya da onda istinbat edilen bir delil olarak görür. Kur’ân ve Sünnet nassının salt zaman ve mekân değişimiyle değişime uğramayacağı tezini onunla temellendirirler. Fıkıh usûlü, ele aldığı konuları mantık ilmine benzer tarzda üç ayrı düzeyde işler. Mantık ilminin üç temel kısmı olan kavramlar, önermeler ve çıkarımlar mantığını fıkıh disiplininde de görmek mümkündür. Ancak her ilmî disiplin, kendine özgü kalıpları içerisinde diğer disiplinlere göre farklılık arz eder. Bu farklılık, ilmî bir disiplin olan fıkıh usûlünde de mevcuttur. Fıkhî bilginin yapısı analiz edildiğinde bu bilgileri içeren önermeler Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (ahkâm) formel olarak iki şekilde yapılandırılır: 1- Kategorik önermeler/teklifî hükümler 2- Bağıntısal-şartlı önermeler/vaz’î hükümler Kategorik önermenin öznesini bir insan fiili, yüklemini ise bu ilmî disiplinin ürettiği tümel kavramlardan biri oluşturur. Bağıntısal önermelerde ise, İki fiil arasında, Bir fiil ile bir olay arasında veya Bir olay ile bir fiil arasında, ya parça-bütün ilişkisi (rükün) ya da sebep, şart veya mâni bağı kurulur. Kurulan bu bağa mükellefin riayet edip etmemesine göre onun işlediği fiile sıhhat, fesad ve butlan gibi bazen dinî bazen hukukî sonuçlar bağlanır. Fıkıh bilgisinin kategorik önermeler/teklifî hükümler, grubunda cumhura göre, vacip, mendup, mubah, mekruh ve haramdan oluşan beş temel kategori mevcuttur. İnsan fiil ve davranışları, din nazarında bu beş temel kategoriden birisine muhakkak girer. Cevaz kavramı fıkıh bilgisinin ürettiği bu beş temel kategori kapsamında olup olmadığı konusu İslâm hukukçuları tarafından ele alınmıştır. Çoğunluk hukukçular tarafından hüküm kapsamında değerlendirilerek bir hüküm türü olduğu kabul edilen cevaz kavramının hüküm kavramı ile olan yakın ilişkisinin tespiti, kavramın içlem-kaplamına ilişkin sağlıklı değerlendirmelerin yapılabilmesi açısından önemlidir. Hüküm kelimesi sözlükte; “karar vermek, ispat (olumlama) veya nefy (olumsuzlama) suretiyle bir şeyi diğer şeye isnat etmek, bir şey üzerine terettüp eden sonuç” gibi anlamlara gelir. Kazâ alanında hüküm, kâdînın/hâkimin muhâsamayı/davalaşmayı kat’ (kesme) ve hasm (sonuçlandır-ma) manasında kullanılır. Hüküm, mantık ilminde ise bir şeyin bir başka şey üzerine olumlu veya olumsuz surette vârid olmasıdır. İtikadî meselelerle alakalı şer’î ahkâma «ahkâm-ı asliyye» dendiği gibi ibadet ve muamelata ilişkin şer’î hükümlere de «ahkâm-ı feriyye» adı verilir. Kur’ân-ı Kerîm’de “hüküm” kelimesi otuz yerde geçmekte olup, türevleriyle birlikte bu sayı daha fazla olmaktadır. Kur’ân’da hüküm kelimesinin, kullanım yaygınlığına bakıldığında “yargılama ve karar verme” anlamlarında zikredildiği görülür. İslâm hukukunda hüküm kavramı, mantık ilmindeki mahiyeti de göz önünde bulundurularak ele alınmış; kavramın kullanımında vahiy veya rey kaynaklı herhangi bir mesele hakkındaki hukukî değer yargısını ilişkilendirme ve nitelendirme esas alınmıştır. Fıkıh usûlü kaynaklarında Hüküm kavramı, kendisiyle yakından ilişkisi bulunan “hâkim”, “el-mahkûm fîh” ve “el-mahkûm aleyh” kavramlarıyla birlikte ele alınır. İslâm hukukçularının hüküm kavramına ilişkin tarifleri usûlde izledikleri meslek ve metoda bağlı olarak farklılık arz etmektedir. Fukahâ usûlcülerine göre hüküm; “Şârî’in kulların fiillerine ilişkin hitabıyla sabit olan şey” veya “Şârî’in mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabının eseri” şeklinde tarif edilmektedir.16 Mütekellimîn metoduyla eser yazan usûlcülere göre ise; “Şârî’in kulların fiillerine ilişkin olan hitabı” şeklinde tanımlanır. Bununla birlikte erken devir usûl eserlerine nispetle daha sonraki dönemlerde ortaya konulan usûl literatüründe kavrama daha teknik bir çerçeve kazandırılarak şer’î hüküm, “Şâri’in iktizâ, tahyîr ve vaz‘ bakımından mükelleflerin fiilleriyle alakalı hitabı olarak tarif edilmiştir.” Netice olarak Hanefilerin hüküm kavramına yükledikleri anlamın nas ile mükelleflerin fiilleri arasındaki bir râbıta, Mütekellim usûlcülerin kavrama ilişkin yaklaşımlarının ise Şârî’ ile O’nun hitabı arasındaki ilişki bağlamında ortaya konulmuş tanımlar olduğu görülür. Farklı yaklaşımların bir sonucu olarak hüküm kavramına dair farklı değerlendirmelerde bulunan her iki fıkıh mektebince ortaya konulan tarifler şer’î hükmün kulların fiillerine ilişkin olup eşya ve nesnelerle alakalı bulunmadığı noktasında aynı kanaati paylaştıklarını göstermektedir. Buradan Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi hareketle bir fiil hakkında “vaciptir” veya “mekruhtur” denilmesi mümkün olduğu halde, eşyalar hakkında bu tür bir yargıda bulunmanın mümkün olmadığı anlaşılır. Bununla birlikte “meyte, kan, domuz eti… size haram kılındı” âyetinde ve benzeri hadislerde helal veya haram olma keyfiyetinin nesnelere verilmesi hakikî anlamda olmayıp mecazî birer kullanımdır. Usûlcülerin genelinin cevaz ile ibâha kavramlarını birbiriyle eş anlamlı olarak kabul etmeleri ve bu kavramları birbirlerinin yerine kullanmış olmaları açısından genel olarak cevazın üç kısımda ele alındığı görülür: a. Şâri’in mükellefleri muhayyer bırakarak onlar hakkındaki bir fiil veya işin yapılmasının serbest olduğunu bildirmesi ile sabit olan cevaz. “Dilerseniz yapın, dilerseniz terk edin” türünden hitaplar bu kısma dâhildir. b. Şâri’ tarafından serbest bırakıldığına dair herhangi bir şer’î delil bulunmamakla birlikte ilgili hususta zorluğun ve meşakkatin kaldırıldığı yolundaki bildirimlerle ortaya konulan cevaz. “Size herhangi bir vebal veya sorumluluk ya da zorlama yoktur” türünden hitaplar bu kısma örnek teşkil eder. c. Şâri’ tarafından serbest bırakıldığına ve o hususta mükelleflerin vebalden kurtulduklarına ilişkin hiçbir delilin bulunmayıp beraat-i asliye prensibince sabit olan cevaz. Aksine bir delil bulununcaya kadar zimmetin beraatına hükmetmenin câiz olması buna örnek teşkil eder. Bir kısım Mu’tezilî ulema cevazı, yapma ve terkinde muaheze ve cezalandırmanın söz konusu olmaması açısından değerlendirerek bir şeyin câiz olması hakkındaki hükmün sem’î delilden hem önce hem de sonra sabit olduğunu savunurlar. Bu yönüyle Mu’tezilî usûlcüler cevazı bir hüküm olarak görmezler. Hukukçular arasında cevazın bir hüküm oluşu itibariyle hangi tür hükümlerden sayılabileceği hakkında farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Şer’î ahkâm kapsamına dâhil olup olmaması ile alakalı olarak bazı Mu’tezilî ulema dışındaki fakihler, ibâha’nın/cevaz’ın ahkâm-ı şer’îyeden olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Cevazın sem’î delil olmaksızın istishâb prensibi ile elde edilen bir yükümsüzlük hali olduğunu savunan Kâ’bî’nin (ö. 319/931) de aralarında bulunduğu bazı Mu’tezilî fakihler, onu şer’î ahkâm kapsamında görmezler. Onların benimsedikleri bu görüş ile savundukları hüküm teorisi arasında sıkı bir bağ olduğu söylenebilir. Bir şeyin hüküm olabilmesini Şârî’in hitabı olmasına bağlayan bu fakihler, cevazın herhangi bir hitap eseri olarak ortaya çıkmış bulunmamasını gerekçe göstererek, onu hüküm olarak isimlendirmezler. Onların bu yaklaşımlarının doğal sonucu olarak cevaz, şer’i ahkâm kapsamında kabul edilmez. Cevazın ahkâmı şer’îyyeden olması hakkında ileri sürülen farklı görüşler ele alındığında kavramın mahiyetine ilişkin telakkilerin bu farklılaşmanın temelini teşkil ettiği görülür. Nitekim muaheze ve mücazata konu olmaması açısından değerlendirenlere göre cevaz, ahkâm-ı şer’îyyeden değildir. Çünkü şer’î hükümden önce de vebalsizlik hali sabittir. Cevazın şer’î ahkâmdan olduğu görüşünü benimseyenler cevaz kavramını bildirim/i’lâm” şeklinde tefsir ederler. Buna göre cevaz, işlenilmesi durumunda herhangi bir vebalin bulunmadığı bir fiilin veya işin bildirilmesi anlamına gelmektedir. Herhangi bir mesele hakkında vebalin bulunmadığını bildirme ise ancak şer’î hükmün gelmesinden sonra mümkündür. Dolayısıyla cevaz bir hitap ürünüdür ve ahkâm-ı şer’îyyedendir. Cumhur fukahâsının mendup ve kerahet-i tenzîhiyye ile alakalı mülahazalarında da bu yönde beyanatların bulunduğu, birkaç hukukçu dışında genel kanaat olarak kendilerinde teklifin bulunmaması nedeniyle bu iki hükmün teklifî ahkâm kapsamında kabul edilmediği göz önünde bulundurulduğunda aynı tutumun cevaz/ibâha kavramı için de geçerli olduğu görülür. Usûl literatüründe teklifî ve vaz’î olmak üzere ikili taksim genel kabul Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi görürken tahyîrî hüküm anlayışı ile üçlü bir taksime gitmek daha ince ve dikkatli bir bakış açısının ürünü olarak görülmektedir. Araştırmamıza konu edindiğimiz cevaz kavramının da bu bakış açısıyla meseleye yaklaşıldığında tahyîrî hükümler kapsamında değerlendirileceği açıktır. Teklîfî hükmün kapsamına dâhil olup olmama açısından cevaz kavramı usûl eserlerinde mubah kavramı etrafında bu hususta gerçekleştirilen mütalaalarla aynı ölçüde konu olur. Nitekim birçok usûl eserinde bu iki kavram yakın anlamda ve hatta birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Âmidî (ö. 631/1223) konuya ilişkin yaklaşımları konu edinirken mubah kavramının teklifî hükümler kapsamına girip girmediği hususunda fıkıh âlimlerinin ihtilaf ettiklerini, Ebû İshâk el-İsferâyînî (ö. 418/1027) dışındaki cumhurun bunu teklifî hüküm kapsamında görmediklerini belirtir ve mesele etrafında şekillenen tartışmaların lâfzî farklılıklardan kaynaklandığına işaret eder. Âmîdî, teklifin kendisinde külfet ve meşakkat bulunan bir işin talep edilmesini ifade ettiğini söyleyerek, Arapların kullanım itibari ile de bu kavrama külfetli ve meşakkatli bir işi talep etme anlamını yüklemiş olduklarını, dolayısıyla mubahta herhangi bir şeyin talep edilmesinin söz konusu olmadığı, bu nedenle mubahın teklifî hükümler kapsamında ele alınamayacağını savunur. Zira mubah, herhangi bir mükellefiyetle sorumlu tutmayı değil, yapılmasında sakınca olmayan iki şey arasında kulların dilediklerini yapabilme serbestisine sahip olmaları anlamına gelmektedir. Beyânûnî de mubah kavramının hakikî anlamda teklifî hüküm kapsamında ele alınamayacağını belirtirken, mubahta teklifin bulunmadığına işaret eder. Fakat bununla birlikte bir kısım fıkıh ulemasının onu teklifî hükümlerden saymasının tağlîb yolu ile bir şeyin diğerine katılması anlayışına dayandığını belirtir. Kavramın teklifî hükümlerden kabul edilmesinde bir başka bakış açısının da bulunduğunu söyleyen Beyânûnî, cüz’ün zikredilerek küll’ün kastedilmiş olması türünden bir mecaz anlayışı ile buna açıklık getirmeye çalışır. Câiz’in/mubah’ın teklifî hükümlerden olduğu görüşünü savunan Ebû İshak İsferâyinî’nin bu yaklaşımı, birçok usûl eserinde fukahâ tarafından garip karşılanarak onun bununla ne kastettiği hakkında çeşitli mülâhazalar serdedilmiştir. Genel kanaat olarak usûl âlimleri, mubah kılınan bir şeyin mubahlığına ilişkin itikadın gerekliliği ve mükelleflerin böyle bir inanca sahip olmak şeklinde bir teklife muhatap kılındıkları anlayışına dayalı olarak Ebû İshak İsferâyînî’nin böyle bir kanaate sahip olabileceğini ifade ederler. Nitekim mendup kavramının teklifî hüküm kapsamında olup olmamasına ilişkin benzeri bir yorum da usûlcüler arasında bilinmektedir. Beyânûnî, Ebû İshak İsferâyinî’nin meseleyle alakalı görüşü hakkında yapılan yorumu tam anlamıyla geçerli kabul etmez ve böyle bir te’vilin benimsenmesi durumunda teklifî veya vaz’î olsun her türlü hükmün birer hüküm olduğuna inanılması gerektiği gerekçesiyle teklifî hüküm olarak adlandırılmasının mümkün olacağını, ancak bunun ise geçerli bir yorum olarak kabul edilemeyeceğini söyler. Fukahânın yorumuna alternatif olacak bir anlayış ortaya koyan Beyânûnî, Mu’tezilî fakih Kâ’bî ve Ebû İshak İsferâyinî tarafından savunulan yaklaşımı benimseyerek mubahın me’mûrun bih olmasına itibarla onun teklifî olarak isimlendirilebileceğini zikrederek bunun da parçanın zikredilerek bütünün kastedilmesi (zikru’l-cüz’ ve iradetü’l-küll) türünden bir mecaz olarak anlaşılması ihtimalini belirtir.32 Konuya ilişkin Tanzimat dönemi düşünürlerinden Mansûrîzâde Said (ö. 1342/1923) ile İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1365/1946) arasında geçen tartışmalar, İslâm hukukunun bakışını genel hatlarıyla yansıtması açısından ışık tutucu mahiyettedir. Mansûrîzâde Said, cevaz ile ilgili makalesinde bu konuya genişçe yer ayırarak cevazın şer’î hüküm olmadığını savunur. Ona göre cevaz, ahkâm-ı şer’îyyeden sayıldığı takdirde kişinin bütün fiil ve davranışlarının dinî hukukun kapsamına girip dinî hukukun hüküm ve tesiri altında kalacağını belirtir.33 Kanaatimizce, Mansûrîzâde Said’in burada cevazın şer’î hüküm içinde mütalaa edilmesi durumunda nasların her türlü hukukî olayın vasfını belirtmek zorunda olduğu dolayısıyla mubah nitelikli her türlü fiilin de tek tek hukuk tarafından belirlenmesi gerektiği şeklinde bir kabule götüreceğini Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi savunmaktadır. Bu ise onun usûl anlayışında “mubahlığın asıl olduğu” prensibine uygun düşmemektedir. Çünkü bu kabul, sınırsız hukukî olaya cevap verecek evrensel bir kavram olan ibâha’nın sınırlarını daraltmaktadır. İsmail Hakkı, cevazın ahkâm-ı şer’îyyeden olduğunu belirterek Mansûrîzâde Said’i eleştirir. İzmirli İsmail Hakkı, cevaz’ın/ibâha’nın şer’î hüküm olup olmaması hakkındaki ilmî tartışmanın lafızdan kaynaklandığını belirterek bu görüşünü delillendirme yoluna gider. Lafzî ihtilafın sonucunun kimseye yaramayan bir çekişme olarak gören İsmail Hakkı, cumhurun, hükmü “talep veya tahyîr yoluyla kulun fiillerine müteallik olan hitaptır” şeklinde tarif ettiklerini beyan ederek “dilerseniz yaparsanız”, “sizin için güçlük (muaheze ve mücazat) yoktur” meâlindeki âyetlerin de şüphesiz bir hitap olduğunu ve Şârî’ katından bir hüküm olduğunu belirtir. İsmail Hakkı, Mu’tezilenin hüküm tarifindeki “kendinde talep bulunan” şeklinde tahsis etmelerinden dolayı mubah’ı/câiz’i şer’î hükümden kabul etmediklerini zikreder. Lafızdan kaynaklanan bu ihtilafı değerlendirirken Karâfî’nin bu husustaki görüşünü delil olarak sunar. Nitekim Karâfî, “mubah’ı/câiz’i, nefy-i harac ile tefsir edenlere göre mubah/câiz, şer’î hüküm değildir. Çünkü nefy-i haracın şer’in vurûdundan önce sabit olduğunu belirtir. Nefy-i haracı i’lâm (şer’î bildirim) ile tefsir edenlere göre ise, mubah/câiz, şer’î bir hükümdür” şeklinde ifade eder.34 İsmail Hakkı, usûl âlimlerinin ibâha’dan/cevaz’dan selb olunan şer’î hükmün teklifî olduğunu ve âlimlerin ibâha’yı/cevaz’ı teklifî hükümden saymalarının tağlîb yolu ile olduğunu zikreder. İsmail Hakkı, teklîfî hükmü; “Kendisinde teklif ve tahyîr bulunan yahut kendisinde teklif bulunan ve yahut da mükellefin fiillerine taalluk eden bir hüküm” şeklinde tarif eder. Birinci tarifteki “tahyîr” kaydının cevazın mahiyetinde var olduğunu ve buna göre cevazın şer’î bir hüküm olduğunu zikreder. Üçüncü tarife göre, işlenen bir fiilin ya işlenmesi ya da işlenmemesi matlup olup yahut da iki tarafı da eşittir. Bu üç durumdan biri fiile terettüp edeceği görüşünden hareketle de cevazın şer’î bir hüküm olduğunu belirtir. İkinci tarife göre ise, ibâha’da/cevaz’da teklif ve talep bulunmadığından teklifî hüküm içerisinde mütalaa edilemeyeceğini, fakat tağlîb yolu ile ibâha’nın/cevaz’ın teklifî bir hüküm addedileceğini ifade eder. İsmail Hakkı, konuya başka bir perspektiften bakıldığında mubah’ın/câiz’in teklifî olduğunu zikreder. Bunu da mubah/câiz olan bir fiilin mubah/câiz olduğuna itikat etmenin hükmünün vacip olduğundan yola çıkarak beyan eder. Karâfî (ö. 684/1285), ibâha’nın/cevaz’ın tefsirine ilişkin olarak İslâm hukukçularının tutumundan bahsederken ibâha’yı/cevaz’ı, yükümsüzlük ve vebalsizlik durumu (nefy-i harac) olarak tefsir eden telakkinin mütekaddimun hukukçularının genel yaklaşımı olduğunu belirtir. Karâfî, bu bakış açısıyla ibâha’nın/cevaz’ın vücûb ve mekruhu da içerdiğini ifade ederken, bir işi veya fiili yapmak ile yapmamak (fiil ile terk) arasında herhangi bir farkın bulunmaması şeklindeki anlayışın ise müteahhirun hukukçularının genel yaklaşımı olduğunu zikreder. Cevaz’ın/mubah’ın şer’î (teklifî) hüküm kapsamında kabul edilip edilemeyeceğine ilişkin mütalaalar değerlendirildiğinde meseleyle alakalı farklılaşmanın temelinde terminolojik telâkkilerin bulunduğunu ve netice itibariyle ihtilafın lâfzî boyutta olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim tekliften maksat mubah olduğuna itikat etmenin gerekliliği ise mubahın teklifî hüküm içerisinde kabul edildiğinde mümkün olur. Mesele salt bu lâfzî boyutuyla ele alınacak olsa vücûb ve hurmetin dâhi şer’î olmadığı söylenebilir. Zira rükün, şart, sebep gibi vaz’î ahkâmın, mükelleflerin fiilleriyle alakalı bulunmayışına bakılarak vaz’î hükümlerin ahkâm-ı şer’îyeden olmadığını söylemek mümkün olur. Misal: Farz namazda kıyam rükündür. Rükün ise şer’î hüküm kapsamında vaz’î hüküm içerisindedir. Şer’î hükmün bu türü olan hükümler mükellefin fiiline taalluk etmediği göz önünde tutulursa vücûb ve hurmet burada dahil olmadıklarından bu manada şer’î hüküm olamaz.
3. Cevazın Müstenedi
Cevazın müstenedinden kastımız, Şârî’in vücûb, hurmet, kerahet, sıhhat ve fesad gibi birtakım hükümler bağladığı mükelleflere ait fiillerin hükümlerinin kendilerinden çıkarılacağı delillerdir. Şer’î hükümler için kaynak değeri taşıması hususunda fakihlerin kabulüne mazhar olan başlıca dört delil ve hücciyetleri hakkında birtakım ihtilafların söz konusu olduğu fer’î deliller, şer’î ahkâmın müstenedi durumundadırlar. Biz araştırma konumuzu teşkil eden cevaza/ibâha kavramı açısından meseleyi değerlendirerek diğer şer’î ahkâm için söz konusu edilen mülahazaları cevaz kavramı bağlamında ele almaya çalışacak ve şer’î bir hüküm olarak cevazın Kitâb ve Sünnet’te ne şekilde elde edilebileceği Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi meselesine değineceğiz.
3.1. Kur’ân’da Cevaz ve Cevaz/İbâha Üslupları
Kur’ân-ı Kerîm, şer’î ahkâmı beyan ederken vacip (farz) hükmünü koyacağı yerde vücûb lafzını, haram hükmünü koyacağı yerde hurmet lafzını kullanmadığı gibi câiz hükmünü koyacağı yerde de cevaz kavramını kullanmamıştır. Kur’ân’da birtakım fiillerin serbest bırakıldığı ifade edilirken farklı üslup ve lafızlar kullanılmış, yapılması halinde herhangi bir yasağın, günahın veya zorluğun yokluğunu ifade eden fiillere yer verilmiştir. Şer’î ahkâmı beyan için kullanılan üslup ve lafızlardan hüküm istinbat etme işini üstlenen kimselerin Arap dilinin incelikleri ve Arap örfünün yapısı hakkında malumat sahibi olmaları yanında değişik tarzlarda serdedilmiş olan şer’î üslup ve sıygalardaki va’d ve vaîd gibi unsurları göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Herhangi bir fiilin ya da işin serbestliğini beyan etmeye yönelik kullanımlar için de aynı hassasiyetin söz konusu olacağı açıktır. Hükümlerin bildiriminde çok sayıda farklı üslûp ve sıyga kullanılmakla birlikte bu üslupların anlamsal içerikleri göz önüne alındığı takdirde birtakım genellemelere gitmek mümkündür.38 Kur’ân’ın vacip nitelikli şer’î ahkâmı beyan hususunda kullandığı üsluplara bakıldığında emretme, yüceltme, fiil veya failini övme, fiili veya failini sevdiğini ifade etme yahut bir fiilin veya onun failinin üzerine yemin etme vb. durumlar bu fiilin yapılmasının vacip ya da mendup olduğuna işaret etmektedir. Yapılması hususunda Arap dilindeki kullanımı itibariyle kesinlik ifade etmesi veya ona kesinlik kazandıracak farklı bir ifade ile birlikte kullanılması, söz konusu fiilin hükmünün vacip (farz) aksi halde ise mendup olduğu anlamına gelmektedir.39 Bir fiilin terkini talep için kullanılan üsluplarda ise; fiili veya faili kötüleme, fiili işleyeni lânetleme, hayvanlara ve şeytanlara benzetme, fiili işleyenin dünyevi veya uhrevî bir cezaya müstahak olacağını belirtme yahut خبث hubs, نجس / necis, رجس / rics ve فسق / fısk gibi lafızlar kullanma yoluyla işlenen fiili pis, kötü, çirkin ve şeytan işi olarak niteleme ve bunun gibi yapılan fiili kötüleme anlamına gelen ifadelere yer verilmesi bu tür fiillerin hurmetine veya kerahetine delalet etmektedir. Hurmet bildiren ifadeler Arap dilinin kendine özgü yapısı ve kullanımları bağlamında ele alındığında kullanılan sıyga tek başına kesin olarak fiilin terkini âmir ise veya fiilin işlenmemesini talep eden başka bir ifade ile birlikte kullanılmış ise haramlık aksi takdirde ise kerahet ifade eder. Şer’î ahkâmın vacipliğine, hurmetine veya kerahetine delalet eden üslûplar ve kullanımlar bulunduğu gibi bir fiilin mubahlığına delalet eden sıyga, üslup ve kullanımlar da söz konusudur. Fiilin helal kılındığına, işlenmesine izin verildiğine yapılmasında herhangi bir günah (الجناح-االثم (bulunmadığına veya zorluğun (الحرج (kaldırıldığına delalet eden lafızların kullanılmış olması söz konusu fiilin yapılması ya da işlenmesinin câiz/mubah olduğunu ve mükellefin bu fiili yapıp yapmama hususunda serbest bırakıldığını gösterir. 1- Allah’ın kullarına nimet olarak bahşettiği şeyleri zikretmesi, 2- Bir şeyin haram kılınmasına ve kötülenmesine karşı reddiyede bulunması, 3- İlgili fiil hakkında herhangi bir yasaklamadan bahsetmemesi, 4- Birtakım şeylerin kullar için yaratıldığını belirterek bunlardan yararlanmanın kulların hakkı olduğunu belirtmesi, bildirime konu olan tutum ve davranışların mubahlığına delalet etmektedir. İbâha kelimesi, İslâm hukukunun ana kaynakları olan gerek Kur’ân gerekse Sünnet’te bizatihi geçmemektedir. Ancak sarih veya üstü kapalı karinelerin yardımı ile ibâha kavramının kapsamına giren üslûplara rastlamak mümkündür. M. Sellam Medkûr, gerek Kur’ân gerekse hadislerden verdiği örneklerle ibâhaya delâlet eden nasları geniş bir şekilde eserinde zikretmiştir. Cevazın müstenedi başlığı altında genel olarak teklifî hükümlerin kendilerinden istinbat edildiği kaynakları kastettiğimizi belirtmiştik. Bu kaynaklardan ilki olup usûl-i fıkıhçılar tarafından "aslu'l-usûl" olarak konumlandırılan Kitâb’ın/Kur'ân-ı Kerîm'in bir cevaz hükmüne kaynaklık ediş tarzına işaret etmek uygun olur. Cevaz/mubah hükmünün kendilerinden çıkarıldığı delillerin ve daha özel olarak ifadelerin lafzî yönünün göz ardı edilemeyeceği gerçeğinden yola çıkarak cevaza/mubaha ilişkin üslupları kaynaklardan ilki olan Kitab'ın alt başlığı olarak verirken, usûl eserlerindeki tasniften esinlendik ve böylece konunun kısımları arasındaki alaka ve bütünlüğü sağlamaya çalıştık. Nitekim usûl eserlerinde "elfâz bahisleri" olarak bilinen ve istinbat metotlarını konu edinen başlık, kaynaklar teorisini anlatan genel başlık altında ve kaynakların ilki olan Kitab'a ilişkin bir alt başlık olarak incelenmektedir. Nassın yorumuna dair lafzî ve metodik bilgilerin yer aldığı bu bölüm Kur'ân ve Sünnet arasındaki müşterek bahisler olarak mütalaa edilir. Biz bu üslupları detaya girmeksizin özet olarak iki başlık altında sunmaya çalışacağız.
3.1.1. İbâha/Cevaza Açık Bir Şekilde Delâlet Eden Üsluplar
Bu başlık ile delaletin açıklığıyla usûl-i fıkhın lafız türlerine ilişkin tasniflerinden biri olan vaz' edildiği manaya açıkça delalet edip etmemesini değil, cevaz ifade eden lafızlardan biri kullanılarak yargıda bulunulmasını kastediyoruz. Cevaz hükmünün kendisiyle doğrudan ilgili lafızlarla ifade edilmeyip örneğin "yasaktan sonraki emir ibâha bildirir" gibi daha metodik esaslara dayalı olarak ortaya konulmasını nispeten üstü kapalı ve dolaylı bir anlatım olarak kabul ettik.
3.1.1.1.1. (الحرج نفى (Vebalin Yokluğu – Güçlük ve Zorluğun Kaldırılması
Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde zorluğun, güçlüğün kaldırıldığını ifade eden âyetler vardır ki bunlar ibâhaya delâlet edici özelliklere sahiptir. ِريد ِك ْن يُ ْي ُكْم ِم ْن َح َرجٍ َولَ َل َعلَ ِريدُ ََّّللاُ ِليَ ْجعَ َما يُ “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez.” 44 َر َض ََّّللاُ لَهُ َما فَ فِي ِم ْن َح َرجٍ ِ يِ َما َكا َن َعلَى النَّب “Allah’ın kendisine helal kıldığı şeyde Peygamber’e herhangi bir vebal yoktur.”
3.1.1.1.2. (الجناح نفي )Günahın ve Vebalin Yokluğu
Kur’ân-ı Kerîm’de mükellefin yaptığı takdirde herhangi bir günahın terettüp etmediğini (câiz olduğunu) bildirmek için birçok yerde bu kalıp kullanılmıştır. Bu kalıp, mükellefin o fiili yapıp işlediğinde ona serbestlik ifade ettiğine delâlet eder. َحتَ ُكْم ْسِل َ َضعُوا أ ْن تَ َ ْم َمْر َضى أ ْو ُكْنتُ َ ذًى ِم ْن َم َطٍر أ َ ُكْم أ ِ ْن َكا َن ب ِ ْي ُكْم إ َح َعلَ َوَال ُج “Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir günah/vebal yoktur. ” Aktardığımız âyette korku namazının keyfiyetine ilişkin bilgiler verilmekte, ifa edilecek bu namaz esnasında yağmur veya hastalık gibi bir mazeret sebebiyle silahı bırakarak namaz kılmakta bir günah, sakınca olmadığı ifade edilmektedir.
3.1.1.1.3 Günahın Kaldırılması
Kur’ân-ı Kerîm’de “ism” (إثم (kelimesi birçok yerde geçmekte olup nefy edatı ile kullanıldığında bunların birçoğunda ibâhaya delâlet eder. Câiz terimi, işlendiği takdirde günahın olmadığını belirten “lâ ism” (إثم ال (kelimesini kapsayan bir anlam ifade eder. ٍ َوَال َعاٍد َر بَاغ َم ِن ا ْض ُط َّر َغْي ِر ََّّللاِ فَ ِ ِه ِلغَ ْي ِه َّل ب ُ ِر َو َما أ ِزي ِخْن ْ ال َ ْحم َ َولَ َوالدَّم َمْيتَةَ ْ ْي ُكُم ال َ َعلَ َح َّرم َما ِنَّ إ ْي ِه َ َعلَ م ْ ِث فَ َال إ “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan yemesinde günah yoktur. ” Bu âyeti kerimede Cenâb-ı Hak, yenilmesi haram olan şeyleri saydıktan sonra zarurete binaen insanın hayatta kalmasına sebebiyet verecekse bu takdirde belli miktarda yenmesine cevaz vermiştir. İslâm âlimleri bu âyetin ışığında, “Zaruretler memnu’ olan şeyleri mubah kılar” küllî kaidesini çıkarmışlardır. Zaruret, Şâri’in yasaklamış olduğu bir şeyi câiz kılan özürdür. Buradaki mubahtan kasıt ise ıstılâhî anlamından ziyade mükellefe yaptığı davranıştan dolayı sorumlu olmayacağını bildirimdir. Haramlık hükmü kalkmadan sadece yükümlülük unsuru ortadan kalkar.
3.1.1.1.4. Sorumluluğun Kaldırılması
Kur’ân’da “muaheze” ve bu kökten türeyen birçok kelime geçmektedir. Bu âyetler, sorumluluğun, dolayısıyla günahın ve cezanın terettüp etmediğini ifade eder. “Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lakin kasıtlı Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar. “ Bu âyetteki yemin “lağv yemini”dir. İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) göre lağv yemini, kişinin niyet ve kasıt bulunmaksızın yaptığı bir yemin çeşididir. Bu tür yeminden dolayı da kişiye yükümlülük gerekmediği gibi kefaret de gerekmez.
3.1.1.1.5. Cezanın Kaldırılması
“Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur. “52 Beğavî (ö. 516/1122) ve Fahreddin Râzî (ö. 606/1209), bu âyetteki “sebil”den kastı sorumluluk ve cezanın terettüp etmemesi şeklinde açıklarlar. İbn Kesir (774/1373) ise sebîli, zulüm yapıldıktan sonra haklarını alma hususunda onların üzerinden günahın kaldırılması şeklinde tefsir eder.
3.1.1.2. İbâha/Cevaza Üstü Kapalı Bir Tarzda Delâlet Eden Üsluplar
3.1.1.2.1. Emir Sıygasının İbâhaya/Cevaza Delâleti
Kur'ân-ı Kerîm âyetindeki emir kalıbı “haleltum” fiilinin karinesiyle ibâhaya (cevaza) delâlet eder. Zemahşerî (ö. 538/1144), ihramdan çıkıp avlanmada herhangi bir günah terettüp etmeyip bunu yapmanın câiz olduğunu, usûlcülerin benimsediği “Yasaktan sonra gelen emir, ibâha/cevaz ifade eder” genel ilkesine istinaden burada üstü kapalı bir üslupta ibâha bulunduğunu zikreder. Mehmet Vehbi Efendi (1369/1949), buradaki emrin, “Hurmetten sonra varit olan emirler ibâha içindir” usûl kaidesince ibâha bildirdiğini ifade eder. Ona göre ihramlı iken avlanmanın yasak oluşu daha önceki ayetlerde ْص َطادُوا buradaki zikredilmişken َفا ifadesi “avlanabilirsiniz” şeklinde avlama işinin câiz/mubah olduğuna bir müsaade anlamı taşıdığına delâlet eder.
3.1.1.2.2. Hıll (Helal) Teriminin Delâleti
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı…” Bir fiilin şer’î hükmünü bildirmeye yönelik olarak kullanılan bu ifadeler her zaman cevaz/ibâha anlamı içermez. Haramın karşıtı olarak düşünüldüğünde cevaz/ibâha anlamına geldiği gibi vacip, mekruh ve mendup anlamlarına da gelebilir. Bundan sadece cevaz/ibâha manası çıkarılır demek doğru bir yaklaşım tarzı olmaz.
3.1.1.2.3. Haramlığı ve Nehyi Nefyeden İfadeler
“Deki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?”60 Âyet-i kerimede Şârî, kulları için yarattığı tertemiz rızıkları zikrederek “Ben onları kullarımın istifadesine sunmuş iken onları haram kılan kimdir?” şeklinde muhataplara soru yöneltip, kendisinin bir şeyi haram kılmadıkça ondan istifade etmenin câiz/mubah olduğunu ifade etmektedir “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” Aktardığımız âyette, din uğruna savaşmayan, dine ve Müslümanlara karşı zararı olmayan uzak-yakın kimselerle münasebet kurmanın, onlara karşı iyilikte bulunmanın yasak olmayıp, aksine bunun câiz/mubah olduğu bildirilmektedir.
3.1.1.2.4. Açık veya Üstü Kapalı Haram Kılma İfadesinden Sarîh veya Zımnî olarak İstisna Yapılması
Bu gibi durumlarda geçici bir mubahlık söz konusudur. Zarurete bağlı Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi olarak meşrû kılınan hüküm naslarla yasaklanmış bir durumu geçici olarak câiz/mubah kılar. Söz konusu cevaz, zaruret halinin var olduğu müddetçe işlerliğini korur. Zaruret hali son bulunca ona bağlı olarak meşrû kılınan hüküm de geçerliliğini yitirir.62 Bu tür cevaz durumuna örnek olarak şu âyetler gösterilebilir; ْم َّال َما ا ْض ُطِر ْرتُ ِ ْي ُكْم إ َ َعلَ َح َّرم َّص َل لَ ُكْم َما َوقَ ْد فَ ْي ِه ِكَر ا ْسُم ََّّللاِ َعلَ ُوا ِمَّما ذُ ُكل ْ ََّال تَأ َو َما لَ ُكْم أ َّن َكثِي ًرا ِ َوإ ْي ِه لَ ِ إ “Üzerine Allah’ın adı anılıp kesilenlerden yememenize sebep ne? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti- ki pisliğin ta kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.” Konu ile alakalı deliller tetkik edildiğinde bu hususların haramlığını bildiren delil, zaruret hallerini istisna ederek hükmün dışında bırakmaktadır. Yasaklanan/haram kılınan şeyden istisna edilenlerin hükmü, cevaz/ibâha olduğuna göre kişinin kendi iradesiyle hareket etme imkânı bulduğu/ihtiyarî hallerde haram kılınan bu şeyler, çaresiz kaldığı ıztırarî hallerde mubah hükmünü almaktadır.65 ه لَ ِ ْم إ ِر ْرتُ َّال َما ا ْضطُ ِ ْي ُكْم إ َ َعلَ َح َّرم َّص َل لَ ُكْم َما َف دْ َوقَ âyetinde “Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır buyrularak insanların çaresiz kalıp da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları vakit haram kılınan şeyden yemeye cevaz verilmiştir. Cessâs (ö. 370/980), bunun bir ıztırar hali olduğundan âyetin haram olan şeylerin yenmesine cevaz verdiğini belirtmiştir.66 İslâm hukukçuları تبيح الضرورات المحظورات” Zaruretler memnu’ olan şeyleri mubah kılar” kaidesini literatür içerisinde genel prensip olarak zikretmişlerdir. Zaruret, yasak mahiyetli bir şeyin işlenmesini câiz kılmaktır. Buradaki mubahlıktan kasıt haramı helal görme değil, haram olan bir şeyi bir özre binaen işleme olanağı sağlamaktır. Yani sorumluluğu ortadan kaldıran bir mubah (cevaz) söz konusudur.
3.1.2. Sünnette Cevaz ve Cevaz/İbâha Üslupları
3.1.2. Sünnette Cevaz ve Cevaz/İbâha Üslupları Kur’ân’dan sonra İslâm hukukunun ikinci ana kaynağını teşkil eden Hz. Peygamber’in sünnetinin bir parçası olan hadislerde cevaz kavramının terim anlamıyla kullanıldığı görülür. “Müslümanlar arasında sulh (anlaşma) câizdir” hadisinde görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v)’in Müslümanların aralarında yapmış oldukları anlaşmanın dinen bir sakıncası olmadığını ve bunun helal/mubah olduğunu ifade etmek için “câiz” kelimesini kullanmıştır. Hz. Peygamber, câiz kelimesini kullandığı yerlerin yanı sıra bir şeyin cevazına hükmettiği yerlerde farklı sıygalarda da bunu ifade etmiştir. “Sizi kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim, şimdi ise onları ziyaret ediniz. Çünkü bu size ahireti hatırlatır.” Bu hadisindeki yasak mutlak anlamda gelmiş, bu yasaktan sonra gelen emir, vücûb ve nedbe delâlet etmediği gibi yasaktan önceki hükmü de ifade etmez. Usûl âlimlerinin ekseriyeti yasaktan sonra gelen emir sıygasından anlaşılması gereken bu emrin vücûb değil, ibâha (cevaz) olduğu kanaatini benimserler.
3.1.2.1. (الحرج نفى ) Vebalin Yokluğu-Güçlük ve Zorluğun Kaldırılması
Hz. Peygamber’e hac esnasında bir adam gelerek tıraş olmadan önce kurban kestiğini söylediğinde, Peygamberimiz “güçlük/vebal yoktur” cevabını verir. فجاء رجل فقال: يا رسول هللا، لم أشعر، فحلقت قبل ان أنحر، فقال: اذبح والحرج Bir başka hadiste, bir kimse, Hz. Peygamber’in huzuruna cemrelere taş atmadan önce kurban kestiğini zikrederek, bunun hükmünü öğrenmek istemiştir. Hz. Peygamber, ona hitaben “Kes, bir vebal yoktur” buyurmuştur. فجاء آخر فقال: فنحرت قبل أن ارمي؟ قال: ارم والحرج Aktardığımız her iki hadiste Hz. Peygamber, “lâ harac/حرج ال “ ifadesiyle vebalin, güçlük ve zorluğun kaldırıldığını belirtmektedir.
3.1.2.2. (الجناح نفي ) Günahın, Vebalin Kaldırılması
Hz. Peygamber, ihramlı olan bir kimsenin ihramda iken hiçbir canlıyı öldüremeyeceğini, ancak bundan beş canlının istisna edilerek onları öldürmekte herhangi bir günahın terettüp etmeyeceğini, dolayısıyla ihramlı bir kimsenin bu canlıları öldürmesinin câiz olduğunu belirtir. ثم خمس ال جناح على من قتله ن في الحرام و اإلحرام الفارة و العقرب و الغراب و الحدأة و الكلب العقور “Beş cins hayvan Harem dahilinde ihramlıyken öldürülmesinde günah/vebal yoktur. (Bunlar:) Fare, akrep, karga, çaylak ve kuduz köpek”
3.1.2.3. Günahın Kaldırılması
Aşağıdaki ilgili hadis, Mina’da bulunan hacıların işlerini teşrik günlerinin ilk iki gününde bitirmeleri halinde vatanlarına dönmek için Mekke’ye giderlerse bunun câiz olduğunu ve üçüncü güne bırakanların da kendileri üzerine bir günahın olmadığını ifade eder. ي وهو بعرفة، فجاء ناس او نفر من أهل عن عبد الرحمن بن يعمر الديلمي قال: أتيت النب نجد، فأمروا رجال فنادى رسول هللا: كيف الح ج؟ فأمر رجال فنادى: الح ج الح ج يوم عرفة من جلء م ح جه، أيام منى ثالثة فمن تع جل في يومين فال إثم عليه قبل صالة الصبح من ليلة جميع فت Abdullah b. Ya’mur ed-Deylemî’den; demiştir ki: Hz. Peygamber Arafat’ta iken yanına varmıştım. Necid halkından bazı kimseler yahut bir grup geldiler. (İçlerinden) birine (Hz. Peygamber’e hacla ilgili sualler sormasını) emrettiler. (O da) Resulullah’a (Arafat’ta vakfeye yetişemeyen kimsenin) hacc(ı) nasıldır? diye sordu. Resulullah da birisine emretti. (O kişi emre itaat ederek) “Hac, Arafe günü (vakfe yapmak) demektir. Kim Müzdelife gecesi sabah olmadan (Arafat’a) gelirse haccı tamamdır. Mina günleri üçtür, kim acele eder de iki günde (Mekke’ye) dönerse ona bir günah yoktur” diye yüksek sesle bağırdı.
3.1.2.4 Sakıncanın Olmaması
Lügatte “be’s” (بأس (kelimesi, meşakkat, sıkıntı, savaş, kuvvet, azap ve ceza anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu anlamlarda kullanılmış olup, sakıncanın bulunmadığı şeklinde herhangi bir kullanım bulunmamaktadır. Hadis kaynaklarına baktığımızda “be’s” kelimesi, birçok yerde geçmekte olup daha çok fıkıh literatüründe bir şeyin câiz/mubah olduğunu ifade eden bir kullanım şekli ile karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamdaki kullanıma ilişkin örnek: ِلك فَقَا َل َرى فِي ذَ َف تَ َكْي َر ُسو َل ََّّللاِ نَا يَا ْ ل َجا ِهِليَّ ِة فَقُ ْ ُكنَّا نَ ْرقِي فِي ال ْش َج ِع يِ ْألَ ِن َماِل ٍك ا َع ْن َعْو ِف ْب ُك ْن فِي ِه ِش ْر ٌك ْم يَ ِال ُّرقَى َما لَ َس ب ْ َّي ُرقَا ُكْم َال بَأ َعلَ ا ْعِر ُضوا Afv bin Malik (r.a)’dan nakledildiğine göre: “Biz cahiliye döneminde rukye yapardık. Hz. Peygamber’e, ‘Ey Allah’ın resulü rukyeyi nasıl görüyorsunuz?’ diye sorduk. Hz. Peygamber: “Yaptığınız rukyeyi bana gösterin! İçerisinde şirk olmadığı müddetçe bir zarar yok (câiz) buyurdu.”
3.1.2.5 Sorumluluğun Kaldırılması
Ref’ul kalem tabirinden kasıt, mükellefin yapmış olduğu bir fiilin sorumluluk açısından ele alındığında ona bir külfet yüklemediğini, sorumlu tutulmadığını ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tabir kullanılmamakla beraber Hz. Peygamber’in hadislerinde bu tabire rastlamak mümkündür. ٍة َع ْن النَّائِِم َحتَّى ُم َع ْن ثََالثَ قَلَ ْ َع ال قَا َل ُرفِ َ م َّ َو َسل ْي ِه َّى ََّّللاُ َعلَ ِ يِ َصل ْي ِه ال َّسَالم َع ْن النَّب يٍ َعلَ َع ْن َعِل َم ْجنُو ِن َحتَّى يَ ْ َ َو َع ْن ال ِ يِ َحتَّى يَ ْحتَِلم يَ ْستَْيِق ْعِق َل َظ َو َع ْن ال َّصب Ali b. Ebî Tâlib, Resulullah’ın “Üç kişiden mesuliyet kalkmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyanda, (baliğ oluncaya kadar) çocuktan, aklı başına gelinceye kadar delirenden” buyurduğunu nakletmektedir.
Sonuç
Usûl literatüründe câiz kavramının şer’î bir hüküm olup olmadığı meselesi ihtilaflıdır. Aslında bu tartışma içerisinde olan usûl âlimleri bu tartışmanın terim ihtilafından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bazı usûl âlimlerine göre cevaz ahkâmı şer’iyyeden değildir. Çünkü onlar cevaz’ın, tahyîr/serbestlik anlamına geldiğini, şer’î (teklifi) hükümde ise bir serbestliğin olmadığını, aksine bir külfet, bir meşakkat var olduğunu savunurlar. Buna karşın cevazın ahkâm-ı şer’iyyeden olduğunu savunan usûlcüler ise “dilerseniz yapın dilerseniz yapmayın” türünden hitapları Allah’ın bildirmesi olmasa, bilinemeyeceğinden hareketle bu da tahyîr yoluyla bir tür hitaptır diyerek kanaatlerini belirtirler. Usûl literatüründe câiz kavramı İslâm hukukçularının ekseriyetine göre beş temel teklifî hükümden biri olan “mubah” kavramı ile eş anlamda kullanılmıştır. Her iki kavramda “yapılmasında veya terk edilmesinde mükellefe bir günahın terettüp etmediği şey” manasını ifade etmektedir. Usûl âlimlerinin cevaz/ibâha ekseninde farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bir kısım usûl âlimi câiz/mubahın “Şârî tarafından mükelleflerin serbest bırakılması” manasından yola çıkarak Şârî’in emrettiği/vücûb ve tavsiye ettiği/mendup fiillerin câizin alanının dışında değerlendirirken, bazı usûl âlimleri, câiz/mubahın “Şârî’in yasaklamayıp serbest bıraktığı bütün fiiller” manasından hareketle câizin tahrimen mekruh ve haram dışındaki diğer hüküm kategorilerini kapsadığını belirtirler. Çoğunluk usûlcü, cevaz ile mubah’ı eş anlamlı görüp, teklifi hüküm kapsamındaki mubah’ın, mubah olduğuna itikat etmenin gerekliliğinden yola çıkarak, cevaz’ı da şer’î bir hüküm kapsamında değerlendirirler. Nitekim bunun aksi olması durumunda rükün, şart, sebep gibi vaz’î hükümlerin de şer’î hükümlerden olmadığını söylemek mümkün olur.
Yorum Sayısı : 0